top of page
Yazarın fotoğrafıOlcay Seda Özaltan

Gökhan Kaya Röportajı


Gökhan Kaya: "Sinemanın temelden 'voyöristik' bir şey olduğunu ve etik bir form asla olamayacağını tartışmak güzel."


'Haşa' ve 'Ah Bir Ataş Ver' filmleri ile dikkatleri üzerine çeken, 1953 yılında batan Dumlupınar denizaltı gemisinde geçen bir hikayeyi ele alan 'Ah Bir Ataş Ver' filmi ile bol ödül toplayan okullu bir yönetmen Gökhan Kaya. Yaptıkları, yapacaklarının teminatı.

Filmlerinde politik duruşunu da net olarak ifade etmekten çekinmeyen yönetmen Kaya ile son üç filmi üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifli okumalar...


KFYD için söyleşen: Olcay Seda Özaltan


Merhaba Gökhan, sohbetimize hoş geldin. Biraz kendinden bahseder misin?

Merhaba Seda, teşekkür ederim. İzmir’de yaşıyorum. DEU GSF’de Film Tasarımı üzerine yüksek lisans eğitimi görüyorum. Film işlerini genelde İzmir üzerinden yürütmeye çalışıyorum. Onun dışında bu sıralar tez ile meşgulüm; son dönem bağımsız Türk sinemasında giderek belirginleşen self-oryantalist tavır ile alakalı bir çalışma.

Film okumaya nasıl karar verdin? Film okumak kariyerine nasıl bir katkıda bulundu?

Bu konuda her şeyden önce, film çekmenin lise ve üniversitelerde ya da sağda solda gördüğümüz sinema kurslarıyla öğrenilebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Liseye geçiş sınavlarında sinema bölümünü kazanamadığıma oldukça üzüldüğümü hatırlıyorum. Sanki o fırsat elimden kaçmışçasına bir histi. Tabii burada film çekmek derken, ortaya nitelikli bir eser çıkartabilmek meselesinden söz ediyorum. Çoğu kurum, bir planı öteki plana bağlayıp üstünkörü bir hikaye anlatıcılığını öğrenciye göstererek, sinema eğitimi verdiğini düşünüyor. Bana kalırsa sinema eğitiminde, pratik ya da teknik üzerinde en son durulması gereken başlıklar. Gerçek bir sinema eğitimi, “bunu bir film ile anlatmana neden gerek var?” sorusuna tatmin edici cevaplar yaratabilmek demek. Bir hikayeyi film yoluyla anlatmak, öteki yolların hepsini bir kenara bırakmak/elemek demek ise, bunun altında gerçekten ikna edici bir sebep olması gerekiyor. Sonuçta bu -yani kabaca sinema- yeni bir evren yaratmaya talip olmak demektir. Öyleyse yaşadığın evrenin seni tatmin etmediğini düşünmeliyiz. Senin için yetersiz bir evren olmalı. Böyle olunca da yarattığın evren, bu evrenin üzerine çıkabilecek nitelikte olması gerekiyor. Bir şeyden hayıflanıp ondan daha kötü bir şeyi ortaya koymak ne kadar doğru bir yol göstericilik olur? O yüzden bir filmi inşa ederken yaşadığın dünyaya dair düşüncelerin olması gerekiyor. Bu düşüncelerin de bir kameranın dinamik aralığını bilmek gibi istatistiksel birikimler ile bir alakası yok. Bunlar sinema için önemli enstrümanlardır, yalnız bir filmin niteliği önce düşünce ile kurduğu temas ile alakalıdır diye düşünüyorum. Sinemayı izleme değil, anlama nesnesi haline getirebilecek bir düşünceden bahsediyorum.


Kaç kısa filmin var?

Şu ana kadar 5 kısa film yaptık.


Filmlerinin arasında senin için özel bir yeri olan bir filmin var mı? Neden bu filme bu kadar yakınsın?

“Bir Filmin Duruşması” benim için tuhaf oldu. O sırada tam da “bir film çekmek için, senaryoya, oyunculara, profesyonel kameralara ya da sinemanın dikte ettiği tüm o departmanlara ihtiyacımız var mı?” ya da “bunlar olmadan bir film yapılabilir mi?” diye düşünüyordum. Bunun üzerine denk gelince film birden deney alanı haline geldi benim için. Kendimi oyuncu olarak buldum ve benim dışımda kimsenin filmde rol aldığından haberi yoktu. O kontrolsüzlük hoşuma gitti açıkçası. Dominantlığın sürekli el değiştirdiği bir durum, hoş. Manipüle edilmiş bir gerçeklik. Bu yönüyle belgesele de kurmacaya da göz kırpıyor. Türler arası oluşu sinema üzerine düşünmeye de itiyor. Örneğin Kracauer’in öyküyü tasarlayıp bulmaya çalışmak yerine öyküyü keşfetmek gerektiği fikri de, bu eksende tartışılabilir. Aynı zamanda bu film, gösterim sonrası gelen sorulardan çıkarttığım kadarıyla, oyuncuların gizlice kayıt altına alındığından ötürü ayrıca bir etik tartışma da başlatabiliyor. Sinemanın temelden “voyöristik” bir şey olduğunu ve etik bir form asla olamayacağını tartışmak güzel.


‘Haşa’ oldukça ses getiren bir film oldu. Hikayesini dinleyelim biraz…

Sanırım onun, bizim sesimizi yitirmemizle bir alakası var. Yüzlerce kişinin şehir meydanında yok edilmesine karşılık bir-iki laf edebilmek, fikir beyan edebilmek ne yazık ki cesaret gerektiren bir şey haline gelmiş. Oysa terör eylemlerinin asıl hedefi toplum üzerinde ancak bu anlamda bir korku ve panik yaratabilmektir. Bizim bu noktada susturulmamız değil konuşmaya sevk edilmemiz gerekir, mantıklı olan budur. Öteki türlüsü onlara yarar; bir anlamda teröre hizmet etmektir. O ilginin nedenini, insanların sükunetini bozmak istemesiyle de ilişkilendiriyorum.


Tek mekanda geçen 3 oyunculu bir film. Kadın oyuncu kendi annen. Annenle çalışmak nasıldı?

Annemin rolü o filmde de bir anne rolüydü. Elbette toplumun biçtiği bir annelik rolü bu. Kocasının yanında daha çok vekaleten yaşıyor gibi. Kimi planlarda netlik dışı ve konuşmayan bir karakter. Amaçlanan hedef kitlesi geniş olunca bu tarz uzlaşılmış karakterlere ihtiyaç duyulabiliyor. Demek istediğim daha karikatürize karakterlere ihtiyaç duyulabiliyor. Daha önce annemle de babamla da çalışmıştım. Oyunculuk açısından, benim için kameranın varlığını unutuyor olmaları işimi çok kolaylaştırıyor. Genel uğraş bu yönde oluyor öyle zamanlarda.


Cemalettin Çekmece filme çok yakışmış. Oyuncu devamlılığını çok başarılı bulduğumu belirteyim. Bu konuda özel bir çalışma yaptınız mı? Bir de profesyonel oyuncu ağırlama konusunda bizi biraz bilgilendirirsen çok güzel olur.

Cemalettin abi çalıştığım ilk profesyonel oyuncuydu. O yüzden çok heyecanlanmıştım ve bence bu tehlikeli bir duygu. Ancak profesyonel oyunculuğun güzel bir yönü de yönetmenin üzerindeki bu heyecanı ya da endişeyi -deneyimiyle- daha güven veren ve iç rahatlatan duygulara dönüştürebilmesi. Elbette bu Cemalettin abinin insan ilişkileri konusundaki profesyonelliği ile de alakalı, bunun tam aksi de olabilirdi. O yüzden bu konularda oyuncu ile çalışmadan onu şahsen tanımak da önemli diye düşünüyorum. Gördüğüm kadarıyla rol, hiçbir zaman onu takınan ile yollarını ayıramıyor. Oyunculuk konusunda beklenti genellikle tam aksi yönünde oluyor. Oyuncuların çoğu, ancak kendisinden uzaklaşarak başka bir karakter olabileceğini düşünüyor. Bu da kendisinin yalnızca tek karakter olabileceğine, bundan daha fazlası olamayacağına işaret ediyor bana kalırsa. Bunun ötesine geçmek de sinemada göze batıyor diye söylendiğimiz zorlama oyunculuğu ortaya çıkartıyor. Profesyonel oyunculuk denilince akla, kabaca bu işten para kazanan ve ana mesleği bu olan insan akla gelir fakat buradaki belirleyici unsur, oyuncunun kendisini ne kadar iyi analiz edebildiği ile de alakalı bana kalırsa.


‘Haşa’da da ‘Bir Filmin Duruşması’nda da çok net görüyoruz ki politik bir duruşun var. Apolitik bir nesilden böyle bir yönetmen nasıl çıktı? Seni bu tarz filmleri yapmaya iten şey nedir?

Burada “politik” tabiri “siyasi” anlamında kullanıldıysa eğer, bu sorunun da masaya yatırılmasında fayda var. Çünkü Haşa’da da ve öteki filmde de konu, şehrin ortasında patlayan bir bomba. Bunu dert edinmek için belli bir ideolojiye mensup, belli bir düşünce ekseninde yoğrulmuş olmaya gerek yok diye düşünüyorum. Sonuçta bugün dışarıya çıkayım da Kızılay meydanında parçalarıma ayrılayım diye içimizden geçirmiyoruz. Bu en temelinde bizim yaşama hakkımızın elimizden alınması durumu ve doğal olarak buna tepki gösteriyoruz. Hatta işin burasından bakıldığında evrimsel bir refleks. Hayatta kalma içgüdüsü. Bu oluşmuyorsa bence bir sıkıntı var. Bizi bu filmleri çekmeye iten temel motivasyon buydu.



Benim de 2018 favori filmlerim arasında yer alan ‘Ah Bir Ataş Ver’ filmi birçok festivalde gösterildi. Nerelerden ödül geldi?

İlk ödülümüzü İzmir’den aldık. Onun dışında Norveç’ten, İstanbul’dan, Ankara’dan, Uşak, Mersin, Bingöl gibi şehirlerden de ödüller geldi. Yurt dışı ve yurt içi festival süreci devam ediyor.


Yapım süreci nasıl geçti? Filmi kaç günde çektiniz? Set ortamını anlatır mısın biraz, kalabalık da bir cast var çünkü? Dönem filmi bir de…

Filmin çekimlerini İzmir’de artık müze olarak kullanılan emekliye ayrılmış gerçek bir denizaltı gemisinde yaptık. Deniz Kuvvetleri Komutanlığının desteği ile 3 günlüğüne bizim için ziyarete kapatıldı ve bu sayede çekimlerimizi yapabildik. Kalabalık bir setti, kamera önü ve arkası ile birlikte ortaya çıkan sayı dikkate alındığında denizaltında çekim yapmak fikrini hala garip buluyorum. Yalnız mekanın da karakterlerden biri gibi olması hoşuma gidiyor. Yaşayan ve öyküye aracı olmaktan ziyade öykünün doğrudan bir parçası o denizaltı. Set ortamı konusunda ise, bazı arkadaşların sinsi sinsi zorunlu askerlik hizmetinden 3 gün düşürmeyi planladıklarını biliyorum.

Mekana kolay adapte olduğumuzu söyleyebilirim. Bir ara birisi ışıkların yerini tarif ederken, “Baş torpidonun yanında, sonar kamarasında” gibi bir şey söylemişti. O an set ekibinin, bize tahsis edilen denizaltıyla çok kolay bir şekilde diplomatik kriz yaratabilecek aşamaya eriştiğini anladım.


En çok merak edilen sorumuz: Film kaça mal oldu, bütçeyi nasıl finanse ettin?

Bu, film kaça mal oldu sorusunu, film çekmek isteyen insanların kafasında yanlış ilgileşimlere neden olduğundan çok yanıtlama taraftarı değilim ama nasıl finanse ettiğimi söyleyeyim. Bütçe kaygısını senaryo aşamasında gütmeyerek. Çoğu yazarın, eserini filmleştirememesinin sebebi bu oluyor. Elindeki bütçeye göre yazıyor ve filmin finanse edilmesi gereken kulvarda ötekiler arasından sıyrılmasını zorlaştırıyor. Örneğin çoğu öğrencinin düştüğü hata şu oluyor; 5 oyuncu olsun, tek mekanda geçsin çünkü bütçe yok diye işe başlanıyor. Günün sonunda aynı şekilde düşünülüp tasarlanmış senaryoların arasından finanse edilmeyi bekler pozisyona düşüyor doğal olarak. Oysa yazım aşamasında daha cüretkar davranıp, o dikkat çekicilik üzerinden elde edilecek bütçeye göre senaryo revize edilse, film gerçekleşmiş olur. Altını çizmek istediğim bu meseleye bir örnek verecek olursam, son filmin senaryosunu yazdığımda bizim için ayrılması gereken bir denizaltıya, o denizaltında geçireceğimiz 1 haftaya ve içinde çalışacak 80 kişiye ihtiyacımız vardı. Elimizdeki bütçe ise sıfırdı. Burada yapım öncesi aşamadan suni de olsa bir ilgi oluşturmak gerekiyor.


Kardeşin Oğuz Han birçok filminde görüntü yönetmenliğini üstleniyor. Kaya Kardeşler gibi bir durum söz konusu yani :) Oğuz Han’ın ilgisi, teknik bilgisi nereden geliyor?

Oğuz’un sadece sinema alanına değil pek çok alana da teknik ilgisi vardı başından beri. Bu konuda kişisel hevesi ve çabası görüntü yönetmenliğinin de önünü açtı. Fotoğraf geçmişi var, bu devam da ediyor. Aynı zamanda filmlerin sadece görüntü yönetmenliğini yapmakla kalmıyor, senaryo aşamasında da, yapım sonrasında da en az benim kadar etkin rol oynuyor. Aslında bu birlikte çalışma olayının özünde bir kan bağından ziyade, düşünsel uyumluluk yatıyor. İkimizden birinin içine sinmeyen proje genelde gerçekleşmiyor. O anlamda güzel bir uyum yakaladık. Kaya Kardeşler konusunun da bence bir mahsuru yok; tabii Oğuz’un da fikrini almak lazım.


Gemide, mürettebatın uyuduğu mekan oldukça dar görünüyor. Koridorda ve ranzalarda çekimleri nasıl yaptınız?

Mekanın darlığı yaratmaya çalıştığımız klostrofobik atmosfere hizmet ediyordu ama sinematografik manevraları da bir yandan kısıtlıyordu. Koridorlar sadece tek kişinin geçebileceği genişlikte. Ronin dahi kullanılamıyordu, monitör kurulamıyordu. Tüm ekipman mekana göre tercih edildi öyle olunca. Burada Oğuz’un çözümleri bizi kurtardı diyebilirim. Onun dışında mekan dar olsa da, dar açı lensler ile çalışmaya karar verdik. Ona karşılık amorslar ile karakterleri de kadraja sıkıştırmak istedik. Daha geniş olan mekanlarda elektrikleri keserek tek ışık kaynağından alan derinliğini kısıtladık. Mekanın katman katman daralması gerekiyordu. Bu şartlar altında oyuncuların da hareket alanı kısıtlıydı fakat dediğim gibi işimize gelen de bir sıkıntıydı öte yandan.

Ben senin filmini izlediğimde Tolga Karaçelik’in ‘Sarmaşık’ filmini anımsamıştım. Tema dışında yalnızca erkek oyuncular, gemide kalanların Godot’yu bekler gibi kurtarıcılarını beklemesi falan bu çağrışımı yaptı bende tabii. ‘Sarmaşık’ esinlenmesi var mı? Bu gibi yorumlar geliyor mu filmle ilgili?

Kurtarıcı bekleme çatısı altında yazılan metinler olarak bakarsak, Sarmaşık’tan evvel Kuzey Avrupa Edebiyatında bu tema sıklıkla işlenmiş. O bölgede şiirin de konusu olmuş sürekli. Onun dışında doğrudan Dumlupınar’a benzeyen tarihi olaylar var: Rusya’da yaşanan Kursk faciası gibi. Bunları dikkate alırsak senaryoyu kaleme alırken en ufak bir esinlenmede özgünlüğün, zaten sıklıkla işlenmiş olan bir şeye evrilme riski ile karşı karşıya kalmıştık. O yüzden biz, tamamen hayal gücüne yaslanıp, içeride neler yaşandığını kimsenin bilmediği kısma yoğunlaştık. Burada da kurtarıcı bekleme durumu var fakat Sarmaşık veya öteki metinlerdeki gibi diğer unsurlarla dolaylı yoldan bir ilişki kuran cinsten değil.


Edebiyata olan ilgini biliyorum. ‘Ah Bir Ataş Ver’ filminde Nazım karakterinin okuduğu kitap Victor Hugo’nun ‘İdam Mahkumunun Son Günü’. Filmin kitapla ilişkisi çok açık. Bekir karakteri de alenen söylüyor zaten: “Ne düşünür ki insan ölmeden önce?” Filmin çıkış noktası bu sorgulama gibi?

Evet filmin çıkış noktası buydu. Ölüm unsuru devreye girdiğinde, kişi-asker, kişi-devlet gibi ilişkilerde ne gibi değişiklikler olabilir? Dumlupınar’ın öyküsü bu söylem üzerine tercih edilmiş bir öyküydü. Söyleme aracılık ettiğini belirteyim. Karakterlerin bunu alenen yapıyor olmasının ise bana göre bir sakıncası yok. Çünkü zaten Dumlupınar faciası, dramatik anlamda –başı, ortası, sonu- ne olup bittiği bilinen bir olay. Filmin dramatik yapısı, seyirciyi söyleme sağlıklı bir şekilde ulaştırıyorsa bu konudaki açıklık beni rahatsız etmiyor. Orada seyircinin odaklanması gereken şeyin sorunun ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Bir idam mahkumunun son gününden bahsediyoruz. Hugo, başlıkta dahi bir dramatik yapı kurmuş. Sadece başlığı bile okuduğunda ardını ve önünü doldurmak için insan iştahlanıveriyor. “Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar” gibi.


Edebiyattan başka hangi alanlarda besliyorsun kendini, filmlerini?

Bu sıralar kuramsal metinlere daha fazla ağırlık veriyorum. Bu metinlerin çoğu didaktik olduklarından ötürü sinema ile her zaman mesafeli bir ilişki içerisindeler. Fakat o formun özüne de doğrudan nüfuz edebiliyor.


Sana göre kısa film yapım sürecinin en sancılı evresi hangisi? Bu süreci daha rahat atlatmak için neler yapıyorsun?

Sinemada eser ile yönetmen arasına çok fazla araç dahil oluyor. Düşünceyi görselleştirmek gibi basit bir fikir o kadar çeşitli aşamalardan geçiyor ki, bir süre sonra düşünce, yerini başka bir düşünceye bırakıyor ve yönetmen kendini sadece bir şeyi görselleştirmeye çalışırken sersemlemiş bir şekilde bulabiliyor. Bu noktada titiz olunması gerektiğini düşünüyorum. Önümüzde yalnızca kağıt ve kalem olmadığının bilinci ile hareket etmek ve her evrede başlangıç motivasyonunu diri tutmak gerekiyor. Bana kalırsa bu durum film yapım sürecini başlı başına sancılı bir durum haline getirebilir.


“Mutlaka izleyin” diyeceğin 2 yerli, 2 de yabancı kısa film ismi alabilir miyiz?

“Lettres De Femmes”, Augusto Zanovello ve “Gray Umbrella”, Mohammad Poustindouz son dönemde izlediğim iki ilginç kısa film. Yerlilerden ise Eren Rüya’nın “Akıl Tutulması” filmi ve Çağrı Güreş’in “Deniz” isimli filmi mutlaka görülmeli.


Son yıllarda çekilen filmler düşünüldüğünde “Şunu ben çekmiş olmayı çok isterdim” diyeceğin bir uzun metraj var mı?

Sanırım beni o kadar heyecanlandıran bir film izlemedim son yıllarda.


Yeni projeler yolda mı? Yeni filmini ne zaman izleyebileceğiz?

Yeni projeler yolda, dosyalar tamamen hazır. Önümüzdeki süreçte bu projelerin finans işleri ile ilgileneceğiz…


KFYD’den nasıl haberin oldu? Derneğin çalışmalarını takip ediyor musun?

Böyle bir topluluğun ihtiyacını duyduğumuz ve ne yapılabilir diye düşündüğümüz noktada dernek kuruldu ve hemen dahil oldum. Çalışmaları takip ediyorum elbette.


Okuyucularımız sana nasıl ulaşabilir? Sosyal medyada aktif misin?

Sosyal medyada aktif sayılırım. İsteyenler oradan ulaşabilirler.


Son olarak bir şeyler söylemek ister misin?

Son olarak okulum, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, kimsenin henüz görmediği bir rapor gerekçe gösterilerek “depreme dayanıksızdır” iddiası ile, rektörlük için tasarlanan binaya taşınmak zorunda bırakılıyor. Bu taşımanın gerçekleşmesi halinde, Film Tasarımı ya da Sahne Sanatları gibi köklü bölümler, uygun eğitim koşulları sağlanamayacağından ötürü tam anlamıyla bir niteliksizleşme tehlikesi ile karşı karşıya kalacak. Yapılabiliyorsa, binanın güçlendirme çalışmaları yapılarak eğitimin aynı kampüste devam ettirilmesinden yanayız. Bu konuda öğrenciler olarak kamuoyunun dikkatini çekmeye çabalıyoruz. Umarım bunun da bir nebze faydası dokunur. Sana da çok teşekkür ederim, sevgiler…

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page